10 Eylül 2011 Cumartesi

Başka Pencere

Güneş gözlüğünü taktığı zaman kendisini dış dünyadan soyutlanmış gibi hissederdi. O karanlık pencere, her şeyle arasına duvar örer ve kulaklarına pamuk tıkardı. Böyle zamanlarda yeryüzünde sadece kendisinin yaşadığını düşünür, etrafındakiler cansızmış gibi öylece bakıp geçerdi.
Bir sabah evden çıktığında her zaman yaptığı gibi gözlüklerini taktı ve donuk bir resme bakar gibi etrafında yaşananlara dikkat etmeden yürümeye başladı. Sakin ve kararlı adımlarıyla ulaştığı durakta bir süre bekledikten sonra gelen otobüse bindi. Otobüs, her iş günü sabahı gibi kapının ağzına kadar doluydu. Etrafındaki kalabalığa gürültüye ve dayanılmaz kokuya karşı koyabilmek için gözlüklerini biraz daha gözüne yaklaştırdı. Oradakilerle arasındaki duvarı daha da yükseltmeye ve kalınlaştırmaya çalıştı. Duygularına ve duyularına hükmetmeye çalışarak inmesi gereken durağa ulaştı.Otobüsün kapısından adım attığı anda tekrar rahat nefes alabildiğini farketti ve kendisini yeniden hayata dönmüş gibi hissetti. Tek istediği bir an önce iş yerine ulaşmak ve sabah kahvesinden bir yudum almaktı. Bu düşüncelerle üst geçidin merdivenlerine doğru yürümeye başladı. Basamakları çıkarken orada bu kez gerçekten yalnız olduğunu farketti, gözlüğünü indirip şöyle bir etrafa bakındı. Çevrede kimse görünmüyor ve geçidin altından geçen arabaların sesinden başka bir şey duyulmuyordu.
Üst geçidin ortalarına yaklaştığında birden bazı ayak sesleri işitmeye başladı. Önce önemsemediği ses, artarak yaklaşıyordu. Ayak sesleri ile birlikte bazı fısıldaşmalar da kulağına ulaşıyordu. Gözlüğünü, biraz daha gözüne doğru iterek duydukarına engel olmaya çalışıyor fakat bunu başaramıyordu. Ayak sesleri artık çok yakınında, hemen arkasındaydı. Fısıldaşmalar ise net olarak duyulabiliyordu: "Çok hızlı, hadi az kaldı. Yakalamamız lazım.  Bu kaçarsa sonra çok bekleyebiliriz. Bunu yakalamalıyız." Tüm bunları duyduğunda kalbi hızla çarpmaya başladı. Bir yandan dönüp arkasına bakmak istiyor, bir yandan bunu yapacak cesareti kendisinde bulamıyordu. Bu sebeple hızlı ve daha hızlı hareket etmeye çalışarak son merdivenlere ulaşmaya çalıştı.Bu kısacık süre içinde aklından milyonlarca şey geçti. Buna kendisi bile inanamıyordu. Adrenalin ile birlikte düşünceleri de artıyor ve yoğunlaşıyordu. Etrafta kendisinden ve arkasındakilerden başka kimse yoktu. Artık bununla savaşacak gücü de kalmamıştı. Bir an dönüp teslim olmayı düşündü. İstedikleri para mıydı acaba yoksa...
O'nun aklından bunlar geçerken ayak sesleri tam da arkasındaydı. Bununla birlikte yine net olarak duyulabilen sesler ilişti kulağına: "Kaçırdık işte. Daha çok bekleriz artık. Bir sonraki otobüsü beklemek zorundayız."

22 Nisan 2011 Cuma

Yağmurlu bir gündü...

Yağmurlu bir gündü ve yağmuru hiç sevmezdi. Saçlarını savurarak çıktığı basamaklarda göz göze gelmişlerdi. O an, yağmurdan bir kez daha nefret etti. Rüzgar ve yağmurdan dağılmış saçlarıyla perişan bir halde göründüğünü düşündü. Aynı zamanda kalbinde çok farklı bir ritim hissetti. Esas kız, esas oğlanla karşılaşmıştı.
Kızın, tek taraflı olduğunu düşündüğü hisleri zamanla karşılık bulmaya başladı. Arkadaşlıkları çok kısa bir süre içinde ilişkiye dönüştü. İlişkinin başladığı ilk günlerde her şey o kadar kusursuzdu ki kız, mutlu bir rüyada olduğunu düşünüyor; ayakları yere basmıyor, adeta bulutlarda geziyordu. Sevdiği adamı o kadar çok seviyor ve yüceltiyordu ki O'nu yere göğe sığdıramıyordu. Adamın, çevresi tarafından da sevilen biri olması O'na daha da çok bağlanmasına sebep oluyordu. Aralarındaki yaş farkı güçlü bir kale gibi adamı koruyor, kızın bazı şeyleri görmesini engelliyordu. O da göremediklerini, olmasını istediği gibi tasavvur ediyor; bu gizli çekim gücüyle adama saygıyla boyun eğiyor, itaat ediyordu.
Aradan birkaç ay geçtiğinde ruhunun artık kendisine ait olmadığı farketti genç kadın. Zaafına yenik düşüyor; ne yaparsa yapsın O'ndan vazgeçemiyor, adama gittikçe daha fazla bağlanıyordu. Bu tavırları yüzünden artık kendisini tanıyamadığını farketti. Güçlü karakterinden eser kalmamıştı; eli kolu bağlı bir esirden daha düşkün hissediyordu kendisini. Fakat bundan şikayet edemeyecek kadar da seviyordu adamı. Aklı, kalbine yenik düşmüştü. Aylardır arkadaşlarıyla görüşmüyor, çevresindeki insanlardan bir bir kopuyordu. O sevimli, tatlı dilli, konuşkan kız gitmiş; yerine bir buz kütlesi gelmişti. O kütleyi de eritebilen tek bir nefes vardı.
Dışarıdan her şey çok farklı gözüküyordu. Muhteşem bir adamla birlikte olan genç kadının değişen tavır ve davranışlarına kimse anlam veremiyordu. Kimse, adamın dengesiz ruhunu bilmiyor, en ufak bir gerginlikte herkes genç kadını suçlu buluyordu. Adamın ilişkiye olan ilgisizliği, genç kadını umursamayan davranışları, özel olmayan duyguları, kırıcı ve sert tutumu kimsenin bilmediği durumlardı. Hiçbir zaman da öğrenemedi kimse bunları. Kendi sahnesinde iyi oynamayı her zaman başardı adam.
Yağmurla gelen sevgili yine yağmurla çıkıp gitti hayatından. İçindeki derin yaraları sarabilmek umuduyla...

22 Şubat 2011 Salı

Kara Kutu

Canlılığını yitirmiş elleriyle kavradığı kutunun üzerine iki damla yaş aktı. Tozlanmış kapağa düşen göz yaşlarını okşar gibi sildi elleri titrerken. Bir süre öylece kaldı olduğu yerde. Sonra derin bir nefes aldı ve kapağı açtı.
İstanbul'a geldiği ilk gündü. Balat'ta yaşayan hemşehrilerinin evine sığınmıştı. Sofraya oturduklarında evin hanımı telaşla "ekmek" diye haykırdı. Akşam yemeği için ekmek almayı unutmuşlardı. Genç adam, bu sevimli hanıma samimi bir bakışla karşılık verdi ve ekmek alma görevini memnuniyetle üstlendi. Merdivenlerden adeta uçarak aşağıya inen genç adam, kapıdan çıktığında öylece donakalmıştı. Başına ilk kez böyle bir şey geliyordu. Bedeni  hareketsiz olduğu halde kalbinin nasıl da öyle büyük bir gürültüyle hareket ettiğini anlayamadı. Gördüğü güzellik karşısında ne yapacağını bilemedi. Karşı komşunun Rum kızı işte böyle etkilemişti delikanlıyı ilk görüşte.
O gece uyuyamadı genç adam. Sürekli pencereden bakıyor, o güzel kızı bir kez daha görmek istiyordu. Sonunda karşı evin tüm ışıkları söndüğünde umudu tükenen delikanlı, yorgun bedenini yatağa bıraktı. Hayaller içinden rüyalara daldı.
Sabah uyandığında ilk işi pencereden bakmak oldu. Ortalık sakindi. Üstünü değiştirip aşağıya indiğinde kahvaltı hazırdı. Hep birlikte yapılan kahvaltının ardından çocuklar okula, evin beyi de işe gitmek üzere evden ayrıldılar. Gününü evin hanımıyla geçiren genç adam, türlü bahanelerle semt ve komşulardan söz açarak genç kız hakkında bilgi edinmeye çalıştı.
Delikanlının tavırlarından durumu anlayan kadın, akşam yemeği için karşı komşularını eve davet etti. Keyifli bir akşam yemeğinden sonra çocukları parka götürme görevi de genç adam ve kıza verilmişti. Bol muhabbet ve eğlenceli bu gecede genç kız da delikanlıdan hoşlanmıştı. Kısa süre içinde de arkadaşlıkları aşka dönüştü.
Geçen yedi ay içinde genç adam güzel bir iş kurmuş ve meyvelerini toplamaya başlamıştı. Akşamları yatağına uzandığında hissettiği yalnızlık ve özlem artık dayanılmaz olmaya başlamıştı. İşini de kurduğuna göre artık düzenli bir hayata geçmek O'nun da hakkıydı. Bu duygularla memleketteki ailesini aradı delikanlı. Oğlunun bu güzel hisleri ve işini kurmuş olmasının verdiği memnuniyet içinde konuyu babasına açacağını ve kısa sürede İstanbul'a gelip bu mutluluğu ebedileştireceklerini söyledi annesi.
O bir haftayı nasıl geçirdiğini bilemiyordu genç adam. İçindeki mutluluğu, huzuru anlatacak kelime bulamıyordu. Ailesinin İstanbul'a geldiği ilk akşam gelin adayını görmeye gittiler. Fakat o gece yaşananlar her şeyi tamamen değiştirdi. Genç adamın mutaassıp ailesinin bilmediği bir şey vardı ve bunu o gece öğrenmişlerdi. Rum aile ile karşılaşınca ne yapacaklarını bilemediler. Hemşehrileri arada olmasa içeriye dahi girmezlerdi. O gece evliliğe dair hiçbir şey konuşulmadan ayrıldılar evden.
Biricik oğulları bir gavur kızıyla evlenmek istiyordu. Nasıl olurdu bu, elalem ne derdi!
Böylece bir sayfa kapanmış oldu o gece hayatından genç adamın. Bir yandan genç kızı çok seviyor diğer yandan da bugüne kadar ailesine hiç karşı koymamış olmanın hüznünü yaşıyor ve onların iznini almadan mutlu olamayacağını düşünüyordu. Çaresiz boyun eğdi genç adam kaderine ve memleketine döndü ailesiyle birlikte. Hayatında bir daha asla yaşayamayacağını bildiği duygulara, aşkına, geleceğine veda etti genç adam sessizce...
Yıllarca küçük bir kara kutuya sığdırdığı anıları ile yaşadı genç adam aşkını. Asla içine gömmedi sevgisini. Asla vazgeçmedi sevmekten. Delikanlı çok acı çekti, yaşadı, yaşlandı. Fakat olduğu gibi hatırladı hep genç kızı. Rum kızı aynı kaldı. O'nu asla değiştirmeden, büyütmeden, soldurmadan, yaşlandırmadan, öldürmeden yaşattı içinde...

8 Şubat 2011 Salı

Saklambaç

Bankaya geleli daha iki ay olmuştu. Bu kadar kısa süre içinde hem üstleriyle hem de diğer çalışanlarla ilişkilerini sıcak tutmuş, onların güvenlerini ve sevgilerini kazanmayı başarmıştı. Böyle sansasyonel bir olaya imza atacağını hiç kimse tahmin edemezdi. Hatta flört etmeye başladığı Ahmet bile...
Sabah, mesai başladığında her şey olması gerekenden farksızdı. Neşe ile selamlaşmalar, sabah çayı ve yanında simit. Öğlene doğru artan iş yoğunluğuyla birlikte gerginlik de artıyor, cevaplar kısa ve net olarak karşılığını buluyordu. Bir yerlerden sızan sessiz çığlıklar bankaya hakimdi şimdi.
O sırada Ahmet'in odasında bir telefon çalıyordu. Beşinci çalışından sonra açmaya karar verdiği Ezgi'nin telefonunu gergin bir sesle yanıtladı Ahmet. Karşı taraftan gelen yanıt ile de adeta kanı dondu. Buz kütlesi gibi öylece kıpırdamadan yerinde kaldı Ahmet. Aynı anda içeri giren Ezgi, yanlış giden bir şeylerin olduğunu farketti. Duymak istemediği bir cevap almaktan korkarak ne olduğunu sordu. Ahmet, bir anda kendine geldi ve hiçbir şey olmamış gibi davranarak bir müşteriye sinirlendiğini söyledi. Bu sırada Ezgi, telefonunun Ahmet'in elinde olduğunu farketti. O anda hissettiği korku ve tedirginlikle telefonunu çekip aldı Ahmet'in elinden. Telefonunu orada unuttuğunu ve almaya geldiğini söyledi. Ahmet, odadan çıkan Ezgi ve elindeki telefonun arkasından bakarak öylece kaldı odasında. Bir karar vermesi gerekiyordu ve beklemeyi seçti.
Ezgi, odasına girer girmez telefonunun aramaya kayıtlarına baktı ve son arayan numarayı gördüğünde korkusu bir kat daha arttı. Her şeyin bittiğini düşünerek paniğe kapıldı. Bir şekilde işleri düzeltecek bir yol bulmalıydı. Şimdiye kadar hep böyle yapmıştı. Zorluklarla mücadele etmeyi ve iyi çıkarımlar yapmayı her zaman becermişti. Kendisini biraz toparladığında dikkatlice düşünmeye başladı. Ahmet'in durumu garipti, yüzünde garip bir şaşkınlık vardı ama nefret görememişti gözlerinde. Demek ki önemli bir şey söylememişti telefonun diğer ucundaki. Öyle olsa o kadar sakin olamazdı Ahmet, mutlaka bir şekilde belli ederdi. Olmamıştı işte, korkacak bir şey yoktu. Tedirgin davranışlarını bir kenara bırakmalı ve Ahmet'e hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam etmeliydi. Bu düşüncelere kendisini inandırdığında mesai bitmek üzereydi.
İş çıkışında Ahmet'e dışarı çıkmayı teklif etti. Durumu soğuk kanlılıkla karşılayan Ahmet, kabul etti ve akşam yemeklerini yemek üzere Ezgi'nin en sevdiği restorana gittiler. Birbirlerinden gizledikleri duygular ve düşünceler eşliğinde sahte kahkahalar atarak çıktılar oradan. Ezgi'nin evinin önüne geldiklerinde ilk kez eve davet edildi genç adam. Kabul etti ve birlikte yukarıya çıktılar. Kendilerine birer kadeh alıp koltuğa oturdular. Fakat Ahmet yerinde duramıyordu. Kalkıp odanın içinde dolaşmaya başladı. En iyisi camın önünde durmaktı. Öylece biraz vakit geçtikten sonra Ahmet artık hazırdı. Dışarıdan bir araba sesi duyuldu ve az sonra kapının zili şiddetle çaldı. Şaşırarak yerinden kalkan Ezgi, hiç kimseyi beklemediğini söyleyerek kapıyı açtı. Karşısında nişanlısını gördüğünde ise oracıkta bayılabilirdi. İçindeki korku ve tedirginlik O'nu boğmuştu. Bir an nefes alamadığını zannetti. Nişanlısı ise Ezgi'nin tepkisiz kalmasına bir anlam veremeyerek O'na sarıldı. O anda içeride başka bir adamın olduğunu farketti. Ezgi'yi iterek içeriye girdi.
Sabah telefonda karşılaşan seslerin sahipleri artık yüz yüzeydi. İzmir'deki nişanlısı, tayini İstanbul'a çıkan Ezgi'yi  ziyarete gelmişti. Otobüse binerken aradığı nişanlısının telefonunu başka bir arkadaşı cevaplamış ve adam, iş arkadaşı zannettiği adama söylemişti nişanlısını ziyarete geleceğini.
Genç adam, Ahmet ile konuşuyordu şimdi. Ezgi ise nişanlısı içeri girdiğinde çoktan kapıdan çıkmış ve kaçmaya başlamıştı...

31 Ocak 2011 Pazartesi

Hatırlıyor musun?

Denizin dibindeyiz şimdi. Her şey ne kadar da net. Sevgilim de yanımda. Bir adama balık adam kıyafeti ancak bu kadar yakışabilir. O'nu düşünmekten kendimi alamıyorum. Bak şimdi de elimi tuttu, nasıl da sevgiyle bakıyor yüzüme. Dur çekiştirme sevgilim. Koşmak mı istiyorsun? Peki, biraz çocukluk yapmak bizim de hakkımız. Saklan o zaman. 10'a kadar sayacağım ki çok uzağa gitme. Gözlerimi açmıyorum, tamam.
Elektrikler mi kesildi? Neredesiniz? Hiçbir şey göremiyorum. Anneee! Neyse mum yandı. Bana masal anlatsana baba. Ya da dur, anlatma. Gölge oyunu yap hadi. Tıpkı çocukluğumdaki gibi. Ellerini uzat, dur bakalım tahmin edeyim. Köpek yaptın, bildim değil mi baba?
Sahi Köpük nerede? Köpük, gel kızım. Ver patini, aferin. Hadi bakalım, gel biraz dolaşalım seninle. Parka gidelim mi?
Dedeeee! Bak nasıl sallanıyorum ben. Daha hızlı sallanacağım şimdi. İzle beni, bak uçuyorum. Korkma, bana bir şey olmaz.
Kahretsin! Ne oluyor böyle? Düşüyorum sanırım. Aşkım neredesin? Seni göremiyorum. Ses ver, konuş benimle. İyi misin?
Neden kimse benimle konuşmuyor? Burada unuttunuz beni. Çok yalnızım. Lütfen yardım edin. Biri elimi tutsun, üşüyorum. Diğerleri nerede? Arkadaşlarıma ne yaptınız? Rahat bırakın bizi. Yalvarırım bir ses, bir ışık...
Kim var orada? Canım yanıyor. Beni duyuyor musunuz? Uyumak istiyorum. bu acıyı unuturum belki o zaman. İnadına mı yapıyorsunuz? Hadi ama, sadece küçücük bir şey istiyorum.
Ne taktınız yüzüme? Maske mi bu? Burnumda da, inanamıyorum, her yanımda bir şeyler var hissediyorum.
Anne, oradaki sen misin? Duydum sesini. Babam da orada biliyorum. Beni hiç bırakmazsınız ki siz. Sevgilim nerede peki? O da bırakmaz beni, nerede söyleyin. Ya peki arkadaşlarım? Ne oldu onlara, neredeler? Söyleyin lütfen.
Dur! Hatırlıyorum. Tatile gidiyorduk biz. Ama burası otel odası değil ki. Neredeyim ben? Çok soğuk burası, üşüyorum.
Bir saniye, hatırlıyorum. Arabadaydık, evet. Karşıdan gelen tır mıydı, yoksa kamyon mu? Emin değilim. Yerimizden fırladık, kaza oldu sanırım. Elimi tutan el nereye gitti peki? Sonra ne oldu? Hatırlayamıyorum.
Aşkıııımmmmm!

27 Ocak 2011 Perşembe

Gerçek mi?

Sıkıca yumduğu gözlerini yavaşça araladı. Artık yüzleşmeye karar vermişti. Gözlerini tamamen açtığında kimseyi göremedi. Yattığı yerden doğrularak kalktı ve yatağın ortasına oturdu. Bir ses işitti. Sağa sola bakındı. Kimse yoktu, ürperdi. Tekrar yatmaya karar verdiğinde gözüne bir şey takıldı. Dolabın üstüne baktı, orada oturuyordu.

Olduğu yerde öylece kaldı. Ne hareket edebiliyor ne de konuşabiliyordu. Şaşkınlık, korku, heyecan... Bir süre sonra kendisini biraz toparladığında sorular sormaya başladı. Kimdi O? Neden buradaydı? Neden daha önce değil de şimdi gelmişti? Beyninin içinde bu sorulara cevap ararken artık korkmadığını fark etti. İçinde hissettiği eksiklik birden tamamlanıvermişti sanki. İçten içe beklediği şey gelmişti.

Günler daha farklı geçiyordu artık. Her yere birlikte gidiyor, birlikte vakit geçiriyorlardı. Yalnız kaldıklarında sürekli konuşuyor, hiç susmuyorlardı. Yanlarında başkaları varken O hiçbir zaman söze karışmıyor, sadece bir köşeden izlemekle yetiniyordu. Önceleri başkaları yanındayken O'nun varlığından tedirgin oluyor, fark ederler diye çok korkuyordu. O'nu yalnızca kendisinin görebildiğini ve duyabildiğini anladığında rahatlamıştı. Artık kalabalıklar içinde yalnız değildi. O, hep yanındaydı. Aklından geçenleri okuyabiliyor, zor anlarında ne yapması gerektiğini önceden söylüyordu. Bu durum O'nun gerçeği olmuştu. Gerçek ise sadece O'na özeldi. Gerçek, O'nun gerçeğiydi...

Yıllar sonra yine karanlık bir gecede geldiği gibi karanlık bir gecede gitmişti. Çocukluğa veda etmek, hayali arkadaşa da veda etmek demekti. Artık O'nu heyecanlandıran şey gizli bir gerçek üstü arkadaş değil; her gün okulda gördüğü sarı saçlı, yeşil gözlü güzeldi. Karnının içinde hissettiği o titreyen kelebekle büyümüştü küçük adam. Büyümüş ve ilk aşk ile tanışmıştı. Gerçek, işte şimdi tam da oradaydı.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Hayat Oyunu

Adının önemi yoktu. Önemli olan hikayesiydi. Ama bir hikayesi de yoktu. Daha doğrusu O, öyle olduğunu sanıyordu. Kitap gibi olmalıylı O'na göre hayat. Her sayfada dolu dizgin aşk, tutku, ihtiras, mutluluk, acı, heyecan, hüzün, entrika... Her yeni gün, yeni bir olayla başlamalı ve sona ermeliydi. Kaleme alınmaya değer bir hikayesi olmadığını düşündüğünde bir karar verdi. Kendi hikayesini kendisi yazacaktı. Önce yazacak, sonra oynayacaktı hayatını. Tıpkı bir tiyatro oyunu gibi. Hayatı, sahnesi olacaktı, O da başrol oyuncusu.

Önce kimliğini değiştirdi. Yeni bir benlik yarattı kendisinden. Yeni bir semte taşındı. Yeni bir işe başladı. Yeni kıyafetler aldı, farklı müzikleri dinledi. Bambaşka bir hayat yaşamaya başladı. Önceleri mutlu oldu yarattığı bu dünyada. Kendisini yeniden keşfettiğini sandı. İçinde başka bir kişiliğin can bulmaya başladığını hissetti. Hayatı ve çevresi tamamen değişmişti. Fakat bir süre sonra bir şeyler fark etti. Akşam, yastığa başını koyduğunda düşündükleri ağır gelmeye başladı. Her gece bir sonraki günün provasını yapmak O'nu yoruyordu. Birbirine benzemeyen, kendi içinde farklı anlamlar taşıyan günler yaratmak zor olmaya başlamıştı. Ama kararlıydı, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bu oyundan vazgeçmeyecekti.

Bir gün, bir kadın girdi hayatına. Düzenli ve gerçek bir hayat yaşayan bir kadın. O kadının hayatına girebilmek için çok plan yaptı, çok senaryo yazdı. Başaramadı, kabullenemedi. Yazdığını oynamaya alışmıştı. Bu, O'nun oyunu, O'nun hayatıydı. Vazgeçmedi. Her gece yeni bir senaryo yazdı. Aylarca uğraştı, olmadı. Oynadığı oyuna kendisini o kadar çok kaptırmıştı ki artık duygularından da emin olamıyordu. Gerçekten seviyor muydu bu kadını, yoksa sadece oyununun bir parçası olmasını mı istiyordu, bilmiyordu.
Bekledi, yazdı. Sildi, tekrar yazdı. Üstünü çizip bir daha yazdı ama olmadı. Bu sorunun cevabını hiç bir zaman bulamadı...

20 Ocak 2011 Perşembe

Zincirleme

Anahtar kilitle buluştu ve kapı açıldı. İçerisi karanlıktı ama ışığı açmadı. Salona geçip koltuğa uzandı. Sokak lambasının aydınlattığı salonda birşeyler arar gibi etrafa baktı. Gözü, masanın üstünde duran şişeye takıldı. Koltuktan kalkıp masaya doğru giderken birden geri döndü. Banyoya doğru ilerlerken üstündekileri çıkarmaya başladı. Musluğu açtı ve dolmaya başlayan küvetin içine kendisini bıraktı.
Aradan kaç saat geçtiğini tahmin etmekte zorlandı. Üç saat mi, yoksa daha fazla mı?
Şimdi bir barda tek başına içkisini yudumlarken bir yandan da bugünü düşünüyordu. Daha önce hiç böyle bir duyguyla sarsılmamıştı. Halbuki bu ilk değildi. Buna rağmen zihninde canlanan görüntü ve seslere engel olamıyordu. Bu kez neydi farklı olan bir türlü anlamıyordu. Kendi kendine sorular soruyor, cevap bulamıyordu. Bir yandan da sorduğu sorularla birlikte içki kadehleri de artıyor, her yeni yudumda O sert adam biraz daha yumuşuyordu.
Oradan ayrılmaya karar verdiğinde gece yarısını biraz geçmişti. Eve gitmek istemedi, sahil yoluna doğru yürümeye başladı. Boş bir bank gördü ve hiç düşünmeden oturdu. O anda düşündüğü tek bir şey vardı. Derken zihninde bir aydınlanma hissetti. Sorularına verilecek cevapların kaynağını bulmuştu.

7 yaşındaydı. Tuttuğu elin verdiği sıcaklık ve güvenle etrafına bakınıyor, alışveriş yapan insanları izliyordu. İlk kez annesiyle birlikte alışverişe çıkmıştı. O güne kadar annesi alışverişe gittiğinde komşu teyzesiyle evde kalırdı. Tıpkı annesi işe gittiğinde O'nunla kaldığı gibi. İçindeki çocukça neşe ve mutlulukla yürürken gözü tezgahtaki renkli şekerlere takıldı. Annesi bunu farkettiğinde şekerler artık elindeydi. O sırada anlayamadığı bir kargaşa başladı. Çığlıklar, koşturmalar, silah sesi; korkunç bir gürültü. Rüzgar gibi geçen adamı ve annesinin yerde yatan bedenini aynı anda algıladı. Şekeri elinden düştü, annesine sarıldı, aplamaya başladı. Bir yandan annesine sorular soruyor, bir yandan da yaşananları anlamaya çalışıyordu. Fakat ne olanları anlayabilmiş ne de annesinden bir cevap alabilmişti. Tek gerçek annesinin yerde yatan cansız bedeniydi.

Başlayan yağmurla birlikte geçmişten ayrıldı. Bugünkü çocuk, O'na kim olduğunu hatırlatmıştı. Bir zamanlar O da çocuktu ve bugün ağlayan çocuğun yaptığı gibi annesine sarılmış, sorularına cevap arıyordu. Yalnız bugün aralarında tek bir fark vardı. Bugün ağlayan çocuk değil, ağlatan adamdı. Düşündü. O'nu bu hayatı yaşamaya iten tek sebep o gün, o adamın silahından çıkan kurşundu. Şimdi O da tıpkı annesinin katili giibi başka bir çocuğun hayatına o uğursuz mermiyi sokmuştu.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Üç Kişilik Hayal, Tek Kişilik Gerçek

Hepimizin hikayesi aynıydı önceleri. Çok çalışacak, sınavı kazanacak, okuyup kurtaracaktık kendimizi bu hayattan. Şartlar bugünkü gibi değildi o zamanlar. Kadının okulda yeri yoktu, evde olmalıydı kadın dediğin. Bu düşünceyi ve hayatı benimseyememiştik biz. Geceleri buluşup gizlice ders çalışır, gelecekle ilgili hayaller kurardık. Neriman, çocukları çok severdi. "Ben öğretmen olacağım" derdi. Hatice, heyecana bayılırdı. Gazeteci olacağını söyler, yapacağı haberlerin hayaliyle yaşardı. Ben de o günlerde karar vermiştim mesleğime. Edebiyat okuyacak ve bizimkine hiç benzemeyen hikayeler, romanlar yazacaktım.
Yine öyle ders çalıştığımız bir geceydi. Neriman gelmedi. Bir yandan Hatice ile ders çalışıyor bir yandan da Neriman'ın neden gelmediği konusunda fikir yürütüyorduk. Fakat hiçbir tahminimiz doğru çıkmadı. Neriman aramıza bir daha dönmedi. O'nu son gördüğümüzde yüzüne beyaz bir tül vardı. Ama o peri kıyafeti gibi gelinliği bile yüzündeki hüzün ve acıyı örtmeye yetmemişti. Arkadaşımız, yoldaşımız birkaç bilezik ve para uğruna hayallerine veda etmek zorunda bırakılmıştı. Ayrılırken bize sarıldığında fısıldadığı son cümle hala kulaklarımda: "Benim için çok çalışın, hayallerim sizinle yaşasın." O günden sonra bir daha hiç görmedik Neriman'ı. Ama asla unutmadık.
Sınav günü sonunda gelmişti. Sabah erkenden Hatice ile buluştuk. İkimiz de bütün gece heyecandan uyuyamamıştık. Sınav yerine vardığımızda birbirimize sarılıp aynı sözleri söyleyerek ayrıldık: "Neriman ve hayallerimiz için başaracağız." Sınavdan çıktığımızda yüzlerimiz gülüyordu. Geleceğimize güveniyor ve başaracağımızı iliklerimize kadar hissediyorduk. Başardık da. Hayallerimizle dolu iki zarf bize ulaşmıştı. Yerimizde duramıyor, sevinçten ne yapacağımızı bilemiyorduk.
İlk ayrılan ben oldum hayallerimizin merkezinden. İstanbul'a gidiyordum. Çantamdaki kitaplar ve günlüğümle, hayallerime merhaba demeye. Hatice benden bir hafta sonra çıkacaktı yola. Ankara'ya gidecek ve başarmanın zaferi ile büyük bir adım atacaktı geleceğe. Olmadı. Kaderine karşı duramadı arkadaşım. Ölüm, O'nu zafer yolunda yakaladı.
Hatice'nin vefat haberini aldığımda yurttaydım. İnanamadım, yıkıldım, ağladım, her şeyimi toplayıp geçmişe geri dönmek istedim. Umutla süslediğimiz hayallerimizle dolu günlere dönmek. Düşündüm, günlerce hiçbir şey yapmadan öylece yatağımdan tavanı izleyerek düşündüm. Acımı hafifletecek sebepler aradım, bulamadım. Bir karara vardığımda arkadaşlarım ve hayallerimiz için büyük bir adım attım. Üç kişilik hayallerimizi tek başıma sırtlandım.   Geçmişimizi asla unutmadan geleceğe odaklandım. Kitaplarımı arkadaşlarıma hitaben yazdım. Onları, yazdığım satırlarda yaşattım. Neriman için çocuklara ders verdim, Hatice için bir gazetede yazılar yazdım. Aslında ben, arkadaşlarımdan hiç ayrılmadım.

18 Ocak 2011 Salı

Kabullenmek Zordur

Çalar saatin sesiyle uyanmak en nefret ettiği şeylerden biriydi. Saatin zil sesini en sevdiği şarkı olarak seçmesi bile bu nefretin önüne geçemedi. Nefretine doğru uzandı ve tuşa dokunduğunda açıldığı uyku denizinden sıyrıldı, bedeni sahile ulaştı. Yüzü soğuk su ile buluştuğunda gerçek yaşama dönmüştü artık. Sonra bir ferahlık hissetti diş macununun verdiği mentollü tatla birlikte. Her zamanki gibi yatağa oturup kıyafetlerini izlemedi, dolabı açıp bir elbise seçti. Bugün onun için önemliydi ne de olsa. Huyu olmadığı halde bir gece önceden düşünmüştü ne giyeceğini. Makyajını yapıp vazgeçemediği kırmızı rujunu sürdükten sonra hazırdı artık. Kapıyı açıp rüzgarın serinliğini yüzünde hissedince biraz ürperdi. Şalını boynuna sarıp bu dünyadan değilmiş gibi yürüyüp geçmeye başladı insanların arasından. Sanki O yürümüyor da çevresi akıyor gibiydi. Her adımda yeni yüzler vardı ama soluk ve anlamsızlardı. Aradığı yüzü bir türlü aralarında bulamadı. Sonra daha dikkatli bakmaya başladı. O'na ait bir iz, bir koku aradı. Aradan 1 saat geçtiğinde her şey daha da karıştı. Gördüğü herkes O'na benzemeye başlamıştı. Önünde yürüyenlere hızla yaklaşıyor, gerçekle yüzleşince şaşkın ama umut dolu gözlerle yürümeye devam ediyordu. Büyük günün o gün olduğunu hissediyordu. Bulacaktı O'nu, emindi. Tıpkı her sabah aynı tepkiyle uyanıp, aynı kıyafetleri seçip, O'nu bulmak için dışarı çıktığı gibi...

6 ay, 8 gün önce sıradan bir sabahtı. Çalan alarmı susturmak için eli, saate uzandı. Sevdiği adam, O'ndan önce uyanmıştı. Yanındaki boş yastığa burnunu dayadı ve içine çektiği kokunun sarhoşluğuyla yataktan çıkmayı başardı. Banyoya doğru yürürken birden kapı açıldı ve "hayatımın anlamı" dediği adam yanağına sevgi dolu bir öpücük bıraktı. Yüzünü yıkarken adamın kesik kesik gelen sesini duydu ama tam olarak anlayamadı. En son "hemen dönerim" dediğini hatırladı. Kahvaltı için sahildeki simitçiden simit almaya gittiğini düşündü. Karısının simite bayıldığını biliyordu ne de olsa. Kocasını ne kadar çok sevdiğini düşünerek kapıyı açtı, banyodan yatak odasına doğru yürüdü. Dolabın kapısını açıp boş gözlerle kıyafetlerine bakmaya başladı. Sonunda karar verdi ve askıdaki elbiseyi üstüne giymeyi başardı. Makyajını yapıp kırmızı rujunu da sürdükten sonra mutfağa geçti. Demlenmiş çayın kokusu mutfağı sarmıştı. Demek ki yanılmamıştı; sevdiği adam, O'na kahvaltı hazırlamış ve simit almak için çıkmıştı. Bütün bunları düşünürken gözü birden saate takıldı. Neredeyse yarım saat olmuş ama beklenen gelmemişti. Pencerenin önüne geçti, sokağın başında O'nu gördüğünde hemen koşup kapıyı açacak ve sevgi dolu bir öpücükle karşılayacaktı kocasını. Ama hiç bir zaman bu istek gerçek olamadı. Beklenen geri dönmedi.